Şanlıurfa

Urfa'nın günümüzden 11.000 yıl önce Neolitik çagda (Cilalı Taş Devri) iskan edildigini kanıtlamıştır. Anadolu'nun en eski şehirlerinden olan Şanlıurfa tarihi, mimari dokusunun zenginliği nedeniyle müze şehir olarak tanınmaktadır.

Urfa'nın diğer bir adı da PEYGAMBERLER ŞEHRİ'dir. Hz. İbrahim burada doğmuş ve nemrut tarafından burada ateşe atılmıştır. Eyyüp Peygamber Urfa'da yaşamıştır. Hastalık çektiği mağara ve türbesi Urfa'dadır. Hz İsa yüzünü sildiği mendile çıkan mucizevi resmini ve Urfa'yı kutsadığına dair bir mektubunu Urfa Kralı Abgar Ukama'ya göndermiştir. Bu nedenle Urfa'nın diger bir adı da KUTSANAN ŞEHİR'dir.

Ulu Cami

Ulu Camideki mevcut kitabeler onarım devirlerine ait olup inşa tarihi hakkında fikir vermemektedir. Nurettin Zengi tarafından tamir ettirilerek bugünkü şeklini alan Halep Ulu Camii İle benzer bir plan gösteren Urfa Ulu Caminin Zengiler zamanında arasında yaptırılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Urfa şehir merkezindeki en eski camilerdendir.

Halil-Ür Rahman Camii

Halil-ür Rahman Gö¬lü'nün güneybatı köşesinde yer alan cami, medrese, mezarlık ve Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında düştüğü yerdeki makamdan oluşan bir külliye halindedir. Cami, Meyyafarikin Eyyubilerinden Melik Eşref Muzafferüddin Musa’nın emriyle h.608 / m.1211 yılında yaptırıl¬mıştır.

Cami’nin m. 504 tarihinde (Bizans dönemi) Urbısyus’un maddi yardımlarıyla monofizitler adına yaptırılan Meryem Ana Kilisesi üzerine inşa edilmiştir. Minare süslemeleri ve şerefedeki sütunların akantüs yapraklı başlıkları Bizans devri süsleme özelliklerini yansıtmakta ve minarenin 504 tarihli Meryem Ana Kilisesi’nin çan kulesi olabileceğini ihtimalini akla getirmektedir.

Caminin doğudaki harim kapısı üzerindeki kitabede “Peygamberlerin atası Halil-ür Rahman’ nın makamı olan bu cami h 1225ım 1810 tarihinde yapılmıştır” yazılıdır. Caminin batısına bitişik makam kısmının kapısı üzerindeki h. 1228/m 1871 tarihli kitabede Hz. İbrahim’in ateşe atılması ile ilgili ayet-i kerime yazılıdır. Eyyubiler döneminde inşa edilen Cami, 1810 tarihinde temelden başlanılarak önemli değişiklikler geçirmiş olmalıdır.

Halk arasında “Döşeme Camii” veya “Makam Camii” anılan bu Camii’ye Evliya Çelebi de “İbrahim Halil Tekkesi olarak bahsedir: “Tekkenin içinde bir kaynak vardır ki, Nemrud Hz. İbrahim’i atmak için yaktırdığı ateşin olduğu yerden çıkmıştır. IV. Sultan Murad, Badat Seferi’ne giderken su tekkeyi ziyaret edip iki balık yakalatarak kulaklarına birer altın küpe takmıştır. Bir adam yedi gece, yedi gün bu tekkeyi muradı olur derler. Saf suyundan içenler Allah’ın emri ile çarpıntıdan kurtulur. Bunun için Urfa halkında çarpıntı olmayıp sağlam olurlar.  

Mevlid-i Halil Camii

Mevcut kitabeler onarım devirlerine ait olup, yapının inşa tarihi bilinmemektedir. Külliyedeki kitabelerin en eskisi, İbrahim Peygamber’in doğduğu mağaranın giriş kapısı üzerindeki H.1223/M.1808 tarihli kitabedir. Ancak, daha 1523 yılında burada bir zaviyenin bulunduğu bilinmektedir.

Mevlid-i Halil Camii, İbrahim Peygamber’in doğduğu mağaranın batısına bitişik olarak inşa edilmiştir. Harim kapısı üzerindeki kitabede caminin h. 1852 tarihinde Mahmut Oğlu Mahmut Ağa tarafından onarıldığı yazılıdır. Avlunun güney doğusundaki iki odadan biri, h.1272/m.1855 tarihinde Ahmet Bican Paşa tarafından, diğeri h.1305/m.1885 tarihinde Derviş Musa tarafından yaptırılmıştır.

Rızvaniye Camii

Halil-ür Rahman Gölü'nün kuzey kenarı boyunca yeralan bu cami, Harim kapısının üzerindeki kitabede, Os¬manlıların Rakka Valisi Rıdvan Ahmet Paşa tarafından 1736 yılında yapıldığı yazılıdır. Cami avlusunun üç tarafı, medrese odaları ile çevrilmiştir.

Rıdvaniye Camii, Bizans dönemine ait St. Thomas Kilisesi’nin yerine inşa edilmiştir.Enine diktörgen planlı yapı mihrah duvarı boyunca sıralanan üç kubbe ile örtülüdür. Üç gözlü son cemaat yeri, önde iki sütuna, yanlarda duvarlara oturan üç kubbe ile örtülüdür. Yanlardaki kubbeler yarım kubbelerle örtülmüştür.

Rızvaniye Medresesi

Rızvaniye Camii avlusunu çevreleyen önleri revaklı odalardan meydana gelmiştir. Avlunun kuzeyindeki dershane-mescit’in güneye bakan cephesi üzerindeki kitabede medresenin Ahmet Paşa tarafından H.1149/M.1736 tarihinde yaptırıldığı yazılıdır. Rızvaniye Camii’nin harim kapısı üzerindeki kitabede de caminin H.1149/M.1736 tarihinde yaptırıldığı yazılıdır. Yani cami ve medrese aynı tarihte yaptırılmıştır.

Medresede inşa malzemesi düzgün kesme taş kullanılmıştır. Avlunun kuzey kenarı ortasındaki kubbeli dershane mescit hariç, medresedeki tüm odalar beşik tonozlarla örtülüdür. Avlunun güney kenarında (cami hizasında) caminin sağında beşik tonozlu üç oda, solunda büyük bir oda yer alır. Avlunun doğu kenarında 7 oda bulunur. Kuzey kenarında ortada kubbeli dershane mescit, mescidin doğusuna bitişik beşik tonozlu bir eyvan, eyvanın doğusunda 7 oda, dershane mescidin batısında 8 oda yer alır. Avlunun batısında 9 oda bulunmaktadır. Tüm odalar ocak nişlidir. Medresenin mutfağı avlunun kuzey batı köşesinde, tuvaletleri kuzey doğu köşesinde yer almaktadır. Medrese toplam 34 adet beşik tonozlu oda, l adet kubbeli dershane mescit, bir eyvan, bir mutfak ve tuvaletler bulunmaktadır.

Cami ile dershane mescit arasındaki seki, yazlık namazgah olarak yapılmıştır. Sekinin güneyine bitişik kare bir havuz bulunmaktadır. Medrese avlusu çiçeklik ve bahçe olarak dekore edilmiştir.

Rızvaniye Camii ve Medresesi 1992-93 yıllarında Şanlıurfa Valiliği Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı (ŞURKAV) tarafından restore edilmiştir.

Fırfırlı Camii (Kilise)

Vali Fuat Bey Caddesi (Yeni Yol) üzerinde yer alan ve halk arasında "Fırfırlı Kilise" olarak anılan bu yapının esas adı "Oniki Havari Kilisesi" olup, kitabesi bulunamadığından inşa tarihi bilinmemektedir.

Yapı apsise dikey üç nefli bazilikal planlıdır. Orta nef dört tromplu kubbe, yan nefler dörder çapraz tonozla örtülüdür. Yan neflere nazaran daha geniş tutulan orta nefin girişten itibaren üçüncü kubbesinin kasnağı 24 adet pencerelidir. Yapıdaki kubbe ve tonozlar ortada bazalt taşından yapılmış mukarnas başlıklı yuvarlak sütunlara, yanlarda duvara bitişik olarak kesme taştan yapılmış yarım sütunlara otururlar. Yarım sütunlar dış cephelerde de birer dekorasyon unsuru olarak görülür.

Apsis, camiye çevrilme işlemi sırasında doldurularak pencereye dönüştürülmüştür. Apsisi ve iki yanında yer alan pastoforion hücreleri dışarıdan çıkıntı halindedir. Batı cephedeki giriş kapısı, içeriden yarım kubbeli, dış cepheden sivri kemerli olup, pembe mermer taşından yapılmıştır. Kapının üzerinde Dabbakhâne Camii'ndeki mükebbireyi andırır biçimde üç cepheli ve üç pencereli bir balkon bulunur. Urfa'daki diğer kiliselerde rastladığımız narthex ve gynakaion bölümleri bu yapıda yoktur.

Yapının özellikle batı cephesindeki ve köşe kulelerindeki muhteşem taş işçiliği dikkat çekicidir. Kilise camiye çevrilirken güneydeki pencerelerden biri, mihrap haline getirilmiş ve güney duvarın ortasında bulunan yarım sütunun önüne taş minber yapılmıştır. Mihrap üzerinde yer alan kitabedeki tarihten, kilisenin h. 1376 (1956) tarihinde camiye çevrildiği anlaşılmaktadır. Kilise camiye çevrilmeden önce, bir süre cezaevi olarak da kullanılmıştır.

Eyyübi Medresesi

Ulu Caminin doğusuna bitişik olan Eyyübi Medresesinden günümüze sadece Miladi 1191 tarihli kitabesi kalmıştır. Bu kitabe 800 yıllık olup Urfa' da günümüze kalan çok önemli eserlerden biridir. Aynı yerde bugün görülen tek eyvanlı medrese, Eyyübiler devri medresesinin üzerine1781 tarihinde Nakibzade Hacı İbrahim Efendi tarafından yaptırılmıştır.

Medresenin güney duvarında 1781 tarihinde Firuz Bey tarafından yaptırılan çeşme bulunmaktadır.

Eyyüb Peygamber Mağarası Ve Kuyusu

Sabır Peygamberi Hz. Eyyüb'un hastalık çektiği mağara ve kutsal suyunda yıkanarak şifa bulduğu kuyu, Urfa şehir merkezinin Eyyüb Peygamber semtinde yer almaktadır. Eyyüb Peygamber bu mağarada 7 yıl şiddetli bir hastalık çekmiştir.

M.S. 460 yılında Piskopos Nona tarafından Eyyüb Peygamber kuyusunun cüzzamlı hastaları iyileştirdiğinin keşfedilmesinin üzerine hastalar bu kuyunun suyu ile yıkatılarak sağlıklarına kavuşmuşlardır.

Bu kuyunun batısında kayalardan oyulmuş ve Hamam diye anılan mekandan da burada bir tedavi merkezi olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. İsa'nın Urfa Kralına gönderdiği mucizevi mendili bir hırsız tarafından çalınarak Eyyüb Peygamber kuyusuna atılmıştır. Bu olay, 1145 yılında Urfa'yı alan İslam komutanı İmadeddin Zengi'ye Süryani kilisesinin reisi Basil Bar Şumana tarafından şu şekilde anlatılmıştır. "Urfa'yı ziyarete gelenlerden birisi Hz. İsa'nın mendilini çalar ve cebine koyar. Kosmas manastırında geceleyen ziyaretçinin cebindeki bu mendil karanlıkta ışık ve nur saçmaya başlar. Yanmaktan korkan mendil hırsızı, mendili Eyyüb Peygamber kuyusuna atar. Kuyudan güneş misali bir ışık çıkar, kuyunun içini dışını aydınlatır. Böylece mendil bulunarak kuyudan çıkarılır ve manastırdaki yerine iade edilir." Halk arasında bu olay Ulu Camideki kuyular için de anlatılmaktadır.

Karakoyun Deresi

Urfa'nın kuzey batısından doğan, şehir içerisinden geçerek Harran ovasında Cüllap Irmağıyla birleşen Karakoyun deresi, günümüzde kurumuş bir durumdadır.

Karakoyun Deresi Köprüleri

Karakoyun Deresi üzerinde batıdan başlamak üzere doğuya doğru Hızmalı Köprü, Millet Köprüsü, Su Kemeri,Samsat Köprüsü (Eski Köprü), Hacı Kamil Köp¬rüsü, Beg Kapısı Köprüsü ve Demir Köprü bulunmaktadır. Son iki köprü] 1996' da dere ıslahı sırasında DSİ tarafından yıktırılmıştır.

Hızmalı Köprü

Urfa' daki köprülerin en güzellerindendir. Halk arasında anlatıldığına Karakoyunlu Türk Beyliği Hükümdarlarından birinin kızı Sakine Sultan tarafından Hac yolculuğu sırasında yaptırılmıştır. Köprünün orta ayağının doğu cephesinde Kitabede 1843 tarihinde tamir ettirildiği yazılıdır. Sakine Sultan'ın ve çocuklarının mezarı dere üzerindeki su kemerinin kuzeyindedir. Bakıma muhtaçtır. vilayetin veya belediyenin buraya sahip çıkması gerekir.

Karakoyun Su Kemeri

Millet Köprüsü ile Samsat Köprüsü arasındadır. Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından 525 senesinde yaptırıldığı tahmin edilmektedir.

Şehir Surları Ve Kapılar

Urfa'nın etrafını çevreleyen surların günümüzden 50 yıl öncesine kadar tamamı ayakta idi. Urfa şehir surlarından Harran Kapısı ve Bey Kapısı yer yer duvar ve burç kalıntıları günümüze kadar ulaşabilmiştir. M.S. 6. yüzyıla ait kaynaklarda geçen Urfa Surlarının esas inşa tarihi bilinmemektedir.

Çeşitli kaynaklardan şehir surlarının batıda; Su Kapısı, Batı Kapısı, Kuzey batıda; Samsat Kapısı, Saray Kapısı, doğuda; Beg Kapısı ve güneyde; Harran Kapısı olmak üzere yedi büyük kapısını bulunduğu anlaşılmaktadır.

Urfa Evleri

Urfa evlerinin gelişiminde ikliminin, kalker taşının, İslami inanışların, Urfa aile hayatının, yaşamının tamamını evinde geçiren kadına onun sıkılmayacağı geniş ve ferah bir ortam yaratma düşüncesinin ve sosyal geleneklerin büyük ölçüde etkisi vardır.

Urfa'nın sıcak iklime sahip olması evlerin avlulu, kışlıklı ve yazlıklı, eyvanlı, odaların kalın duvarlı ve tonoz örtülü toprak damlı yapısında etken olmuştur. Çevredeki dağlardan kesilen taşların işlemeye elverişli olması, mimaride hakim malzeme olarak taşın kullanılmasına neden olmuştur. Yüzlerce yıldan beri işletilen antik taş ocakları bulunmaktadır.

Müslümanlığın topluma getirdiği aile mahremiyetinin gereği olarak Urfa evleri haremlik ve selamlık olmak üzere iki bölümlü inşa edilmişlerdir. Selamlık bölümünde küçük bir avlu, bir veya iki oda, eyvan, konukların hayvanlarının barınacağı büyük bir ahır "Develik" ve tuvalet bulunur.

Haremlik bölümü ise oldukça zengin planlanmıştır. Genellikle haremlik avlusunun kuzey tarafında, cephesi güneye bakan ve kış aylarında güneş alan kışlık eyvan ve iki yanında "Kışlık" denilen birer oda, avlunun güney tarafında ise bunun simetrisi durumunda cephesi kuzeye bakan ve yaz aylarında güneş almayan yazlık eyvan ve iki yanında "Yazlık" odalar bulunur.

Avluyu çevreleyen mekânlar arasında "Zerzembe" (Kiler), "tandırIık" (mutfak) ve hamam gibi bölümler bulunur. Hamamları kumalı, kubbeli, şadırvanı olan sıcaklık ve soğukluk bölümlü, külhanlı olanları da vardır.

Eyvanlara verilen önem, Urfa evlerinde odalar dâhil hiçbir köşeye verilmemiştir. Bazı eyvanlara şadırvanlar yapılmıştır. Eyvanların cephe duvarlarında havalandırma bacası açılmış, bu bacalar dam üzerinde rüzgârlıkla da nihayetlenmiştir. Bu taşlara çarpan kuzey ve batı rüzgârlarının bacadan eyvana inerek serinlik vermesi sağlanmıştır.

Yılın büyük bir bölümünün sıcak geçtiği Urfa' da, ev halkı tarafından kullanılan gün boyunca serin bir mekan olarak kullanılan eyvanlar, aynı zamanda ev planının asıl belirleyici öğesi durumundadır. Eyvanın sayısı ve yeri dikkate alınarak Urfa evleri; eyvansız, tek eyvanlı, iki eyvanlı, üç eyvanlı, dört eyvanlı plan tiplerine ayrılmaktadır.

Geleneksel Urfa evlerinde "hayat" denilen avlunun nemli bir yeri vardır. Düzgün kesme taş döşeli yat'ın ortasında mermer bir havuz, kuyu, "curun" de¬ yalak, içerisinde incir, dut, nar, portakal, kebbat (bir çeşit turunçgil), annep, zakkum, asma gibi ağaçlardan biri veya birkaçının yer aldığı çiçeklik bulunur. ÇiçekIik aynı zamanda çöpe atılması günah olan sofradaki ekmek kırıntılarının silkelendiği yerdir. Avluyu çevreleyen duvarların dama yakın kısımlarında dikdörtgen nişler şeklinde yapılan kuş evlerinde yaşayan kuşlak çiçeklikteki bu ekmek kırıntılarıyla beslenirler.

Bu evlerden görülebilecekler şunlardır:

Devlet Güzel Sanatlar Galerisi

Kara meydan semtindedir. Postahanenin güneyine bitişik olup geleneksel Urfa evlerinin birçok özelliğini üzerinde toplamaktadır. 1888 yılında inşa edilen bu tarihi ev Kültür Bakanlığınca restore edilerek "Devlet Güzel Sanatlar Galerisi" haline getirilmiştir.

Şurkav Kültür Evi

Üç adet Urfa Evi'nin birleştirilmesi ve restore edilmesi ile gençlere yönelik bir kültür ve sanat merkezi haline getirilmiştir. Her zaman görülebilir.

Sakıb’ın Köşkü ve Halepli Bahçesi

Halil-ür Rahman Gölünün batısındaki HalepIi Bahçesi içerisindedir. Bu tarihi köşk 1845 yılında yaptırılmıştır. Şehir imar planında Fuar Alanı olarak belirtilen bahçeyle beraber Belediye tarafından satın alınmıştır.

Bu köşk "11 Nisan Fuar Müdürlüğü" olarak kullanılmaktadır. Köşkün soğukluk, ılıklık ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiş hamamı ilgi çekicidir. Hacı Mustafa Hacıkamil Konağı olarak da bilinmektedir.

Gümrük Hanı

Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1562 yılında Behram Paşa, tarafından yaptırılmıştır. Avlusundan Halil-ür Rahman suyu geçmektedir. İki katlı bu hanın üst katındaki odalarda terziler çalışmakta, avlusunda çayhaneIer bulunmaktadır.

Bedesten

(Kapalı Çarşı)

Gümrük Hanın güneyine bitişik, bir çarşıdır. Bu çarşıda mahalli kadın ve erkek giysileri, yaşmak puşu gibi baş örtüleri satılmaktadır.

Sipahi Pazarı

Bedestenin batısına bitişik kapalı bir çarşıdır. Bu çarşıda halı, kilim, keçe gibi yaygılar ile Kürk ve Heybe gibi el sanatları ürünleri satılmaktadır.

Millet Hanı

Şehir surlarının Samsat kapısı dışındadır. Şehre gelen kervanların şehre henüz girmeden konaklamaları amacıyla inşa edilmiştir. İnşa tarihi bilinmemektedir. Kapladığı alan bakımından Türkiye'nin en büyük hanlarındandır.

Kesme taşlardan inşa edilmiş olan yapının geniş avlusun çevresinde, ortasından kalın payelerle bölünmüş, birbiriyle bağlantılı, çapraz tonozlarla örtülü, arka duvarlarında yemlikler bulunan geniş mekanlar yer alır. Tavanda zikzak biçiminde havalandırma delikleri bulunmaktadır. Bu mekanlar yer yer aralarında duvarlarla bölünerek odalara dönüştürülmüştür. Avlunun güney kenarının doğu kesimi yıkılmış olup, toprak dolguludur.

“Alman Yetimhanesi” olarak kullanılan yapının, eski fotoğraflarında iki katlı olduğu ve güney cephenin batı köşesindeki portal üzerinde bir kitabe ve bunun sağında ve solunda birer aslan kabartmasının yer aldığı görülmektedir. İkinci kat, günümüzde tamamen yıkılmıştır.

Hamamlar

Urfa’da Osmanlı döneminden kalma 8 hamam bulunmaktadır. Bunlar; Cıncıklı, Vezir, Şaban Velibey, Eski Arasa, Serçe ve Sultan hamamlarıdır. Eski Arasa hamamı hariç diğer hamamlar sabah saat 4.00 - 10.00 saatleri arasında erkeklere, öğleden sonra 12.00- 8.00 saatleri arasında kadınlara hizmet vermektedirler.

Haşimiye meydanı - Halil-ür Rahman Gölü yolu üzerindeki Eski Arasa hamamı kullanılmadığından boş durumdadır. Yıkılıp kaybolmak üzeredir. Diğer hamamlar içerisinde en görülmeye değer olanı Ucuzluk Pazarı mevkiinde Sultan Hamamıdır. Bu hamamın doğusuna bitişik olarak ayrıca Keçeciler Hamamı bulunmaktadır. Keçeciler Hamamında 'keçe ustaları tarafından keçe pişirme işi yapılmaktadır.

Hanlar

Urfa'da Osmanlı döneminden kalma çok sayıdaki hanın en güzel örnekleri Gümrük Hanı, Hacı Kamil Hanı, Mençek Hanı, Topçu Hanı, Millet Hanı ve Barutçu Hanlarıdır.

Efsaneler

Şanlıurfa'dan Efsaneler

Her tarihi şehir gibi Şanlıurfa hakkında da birçok efsaneler mevcuttur. Yaşayan halka göre, bunlar tarih kadar doğrudur. Ayrıca bölgede yaşadığına inanılan peygamberlerin hayatları birçok efsanelere konu olmuştur. Efsanelere göre, Âdem ile Havva'nın yeryüzüne ayak bastıkları ilk toprak Harran ovasıdır. İlk çift burada sürülmüş, İbrahim Peygamber burada doğmuş, putları kırmış ve ateşe atılmıştır. Eyyup Peygamber hastalığına burada sabır göstermiş ve vefat edince bu topraklara gömülmüştür. Hz. İsa'nın kutsal mendili burada muhafaza edilmiştir. Hz. Davud burada yaşamış, Hz. Şuayp Şanlıurfa yakınındaki Şuayp Şehri'ni kurmuştur. Hz. Musa ise, Soğmatar Şehri'nde yaşamıştır. Bunlardan dolayı Şanlıurfa'ya Peygamberler Şehri denmiştir.

Urfa Adı ve Nemrut Efsanesi

Urfa'da yüzyıllar önce Nemrut isminde bir hükümdar yaşarmış. Nemrut çok zalim ve Allah'a isyan eden biriymiş.

Allah, Nemrut'un zayıf bir kul olduğunu göstermek için en aciz mahlûklarından sivrisinekleri kendisine göndereceğini bildirir. Nemrut harp etmek için ordusuyla karşı çıksa da sivrisinekler asker ve hayvanların göz, kulak ve burunlarına girerek hepsini püskürtür. Nemrut güç bela kendisini odasına atar ve kapıyı, bacayı ve bütün delikleri kapatarak saklanır. Topal bir sivrisineğin, Allah'a "Yarabbi ben gazaya yetişemedim. Topallığım mani oldu" diyerek yalvarması üzerine, Allah da ona "Seni de Nemrut'un helakine memur ettim, git onu bul ve helak et" diye emir buyurur. Bu topal sinek, Nemrut'u bulur ve odasının anahtar deliğinden girerek saldırır. Nemrut'un burnundan girerek beynini kemirmeye başlar. Nemrut başının ağrısından kurtulmak için türlü çarelere başvursa da kurtulamaz. Bunun üzerine keçeden yaptırdığı tokmaklarla başına vurdurmaya başlar. Bu tokmaklar ıstırabını gideremeyince tahta tokmaklarla vurmalarını emreder. Nemrut'un kafasına tokmakla vuruldukça, Nemrut "Vurha, Vurha" diyerek can verir.

Nemrut'un bu bağırmalarından dolayı memleketin adına "Urfa" dendiği söylenir.

Halil-ür Rahman ve Aynzeliha Gölü Efsanesi

Nemrut, zulmü ile çevresine korku ve dehşet saçan bir hükümdardır. Bir gece gördüğü rüyayı yorumlatır. Doğacak çocuklardan birinin kendisini öldüreceğini öğrenir. Hemen o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder. Nemrut'un askerleri emri uygulamaya başlar. İbrahim peygamberin annesi Sara, kaçarak bir mağaraya gizlenir. Çocuğunu bu mağarada doğurur ve çocuğunu burada bırakıp evine döner. Çocuğu bir dişi ceylan emzirir. Aradan zaman geçer, askerler İbrahim'i mağarada bulurlar. Nemrut huzuruna getirirler. Hiç çocuğu olmayan Nemrut ondan hoşlanır ve İbrahim'i yanına alıp büyütür.

Nemrut'un zulmü, haksızlığı ve putlara tapışını, halkın da putlara tapmaya zorlanılışını gören İbrahim, insanların kendi elleriyle yaptıkları bu putların tanrı olamayacağını söyler. Halka bu düşüncesini anlatır. Halk korkudan ağzını açamaz. Bir tören günü herkesin törene gittiği bir zamanda İbrahim sarayın putlar bölümüne girer, bir balta ile bütün putları parçalar, baltayı da en büyük putun üstüne bırakır. Törenden dönenler endişeye kapılıp Nemrut'a haber verirler. Görevliler Hz. İbrahim'e kızdıklarından bunu onun yapabileceğini öne sürerler. Hz. İbrahim yargılanır, kendisine sorular sorulur ve cevabı "görüyorsunuz ya işte balta büyük putun ellerinde, her halde bu işi o yapmıştır" der.

Öfkelenen Nemrut, "bir taş parçası baltayı eline alıp bu işi nasıl yapar" diye haykırınca; Hz. İbrahim "işte benim anlatmak istediğim de budur. Siz kendi ellerinizle yaptığınız bu taş parçalarından medet umuyor, sizi kötülüklerden korumasını bekliyorsunuz. Tanrı diye ona tapıyor, adak adıyor, başınız daralınca ona koşuyorsunuz. Bu gerçekten tanrı ise neden böyle bir işi yapamaz" deyince şaşkınlık geçiren Nemrut, İbrahim'in ateşe atılarak cezalandırılmasını emreder.

Her taraftan toplanan odunlar, bugünkü Halil-ür Rahman Gölü'nün bulunduğu yere yığılır, ateş yakılır ve bugünkü kalenin bulunduğu tepenin üzerinden İbrahim Aleyhi selam mancınıklarla ateşe fırlatılır. Nemrut'un kızı, Zeliha, yalvarmasına rağmen babasının yüreği yumuşamaz. İbrahim Aleyhi selam ateşe düştüğünde burası bir göl ve gül bahçesine dönüşür. Yakılan odunlar ise balık olur. Bu göle daha sonra Halil-ür Rahman Gölü adı verilir. Hz. İbrahim'in ardından kendisini ateşe atan Nemrut'un kızı Zeliha'nın ise düştüğü yerde bugünkü Aynzeliha Gölü oluşur.

Halkın inanışına göre, bu göller ve içindeki balıklar kutsal sayılmaktadır. Bu balıklara dokunanların başına bela geleceğine inanılır.

Abgar ve Kutsal Mendil Efsanesi

Abgar Efsanesi'ne göre V. Abgar Ukkama ilk Hıristiyan kraldır. Hz. İsa'nın tebliğinden hemen sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kendi halkına da benimsetmiştir. Bu konu ile ilgili efsane şöyledir:

"Edessa kralı V. Abgar Ukkama, o sıralar cüzzam hastalığına yakalanmış ve bundan dolayı oldukça ıstırap çekiyordu. Kral, Hz. İsa'nın hastaları iyileştirdiğini duymuştu. Ancak çok hasta olduğundan dolayı bizzat Kudüs'e gidemiyordu. Hannan adındaki bir elçisini, ona inandığını ve yeni dinini öğrenmek istediğini belirten bir mektupla onu davet edip yanına gelmesi için Hz. İsa'ya gönderdi. Bu elçi aynı zamanda becerikli bir ressam idi. Hannan, Hz. İsa'ya getirdiği mektubu sunduktan sonra yüzünün resmini yapmayı dener, ancak başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. İsa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan bir mendille yüzünü silip Hannan'a verir. Hz. İsa'nın yüzünün aynısı mendile çıkmıştır. Hannan bir mektupla birlikte mendili de alarak Edessa'ya döner.

Hz. İsa, Edessa kralı V. Abgar Ukkama'ya gönderdiği mektupta şöyle demiştir:

"Ne mutlu sana Abgar ve Edessa adındaki kentine! Ne mutlu, beni görmeden bana inanmış olan sana! çünkü sana devamlı sağlık bahşedilecektir. Senin yanına gelmem hususunda bana yazdıklarına gelince, bilesin ki, görevlendirilmiş olduğum her şeyi burada tamamlamak ve bu işi bitirdikten sonra beni göndermiş olana, Baba'ya dönmem gereklidir. Sana ıstıraplarını (hastalıklarını) iyileştirmek, sana ve seninle beraber olanlara ebedi yaşam ve barış bahşetmek, ayrıca senin kentine dünyanın sonuna kadar düşmanlar tarafından boyun eğdirilmemeyi sağlamak üzere havarilerimden birisini, Thomas da denilen Adday'ı göndereceğim. Amin. Efendimiz İsa'nın mektubu."

Edessa kralı V. Abgar, Hz. İsa'nın yüzü görünen kutsal mendili (Hagion Mandylion) yüzüne sürerek sağlığına kavuşmuş ve daha sonra bu mendili bir tahtaya gerdirerek, kentin giriş kapısında bir niş içine koydurmuştur. Bu kutsal mendil, yüzyıllarca Hıristiyan sanatında, Ortaçağ'ın Bizans-İslam ilişkilerinde önemli ve büyük bir rol oynamıştır. Ayrıca bu mektubun nüshaları çoğaltılarak muska şeklinde Urfa'ya gelen ziyaretçilere verilmiştir. Kutsal sayılan mendil, uzun süre saklanır. İslam dini yöreye egemen olunca, kutsal mendil müslümanların eline geçer. Bizanslılarla yapılan bir savaşta, Müslümanların bir kısmı esir düşer. Bizanslılar, esirlerin geri verilmesi için kutsal mendilin kendilerine teslim edilmesini şart koşarlar. Sonunda kutsal mendil verilir ve esirler de geri alınır.

Mendilin düşürüldüğü kuyu, Hıristiyanlarca kutsal sayılır. Mendilin düşürüldüğü günün her yıldönümünde, geceden oraya gidilir, adaklar adanır, törenler yapılır. Kuyu başına yalın ayak gitme gereğine inanılır. Bu yıldönümü, inanışa göre Paskalya Yortusu'nun 20. günüdür.

Efsaneye göre, günümüzde İbrahim Peygamber'i ateşe fırlatan mancınıklar olarak bilinen sütunlar, aslında bu kuyu ve mendilin anısına dikilmiş anıtlardır. Birinin altına bitmeyen altın, diğerinin altına ise bitmeyen su hazinesi yerleştirilmiştir. Biri yıkılırsa Urfa suya, diğeri yıkılırsa altına boğulacaktır.

Çiğköfte Efsanesi

Çiğköftenin geçmişi Hz. İbrahim (A.S.) devrine kadar uzanır. Efsaneye göre, Nemrud, Hz. İbrahim'i ateşe atmak için şehirdeki yakacakları toplayıp ateş yakmayı yasaklayınca halk ne yapacağını düşünür. Urfa'da bir avcının vurduğu ceylan etinden, hanımı bugünkü çiğköftenin az karışımlı et, bulgur ve isottan oluşan ilkel şeklini hazırlar. Ceylan etinin pişirilmeden, sadece dövülmesiyle hazırladığı bu çiğköfteyi kocası beğenir. Bir zaruretten doğan bu yemek, binlerce yıl önceden günümüze kadar geliştirilerek yaşatılmaktadır.

Karakoyun Deresi ve Hızmalı Köprü Efsanesi

Yüzyıllarca önce kentin güneydoğusunda yoksul bir ana-oğul yaşamaktadır. Oğul Kasarcı çayı'nda kasarcılık yapmaktadır. Günün birinde yöreye gelen bir derviş, birkaç gün delikanlıyı izledikten sonra: "Oğlum seni izledim. Görüyorum ki, çalışkan, dürüst bir insansın. Anladığıma göre dardasınız. Yakında ülkeme döneceğim, orası varlıklı bir yerdir. İstersen sen de benimle gel" der. Delikanlı anasına danışır, anası da oğlum yoksulluktan kurtulsun diyerek gitmesine izin verir.

Derviş delikanlıyı tekkesine götürür, eğitir. Delikanlı bir gün çarşıda güzel bir kız görür, ona aşık olur. Soruşturunca kızın Karakoyunlu Beyi'nin kızı olduğunu öğrenir. Yemeden içmeden kesilir. Derviş durumu öğrenince: "üzülme, gider kızı isteriz" der. Ertesi gün saraya varır. Durumu Bey'e anlatır, Bey öfkelenir, ama saygısızlık olmasın diye sesini de çıkarmaz. Dervişe kırk gün içinde istediği hediye ve paralar getirilirse kızı vereceğini söyler.

İstedikleri şeyler kırk günde tamamlanacak gibi değildir. üstelik derviş de yoksuldur. Durumu öğrenen delikanlı üzülür ve günden güne erimeye başlar. Tam kırkıncı gün, delikanlı uyandığında tekke avlusunda kimin getirdiği bilinmeyen eşya ve altın yüklü katırlar görür. Koşup dervişe haber verir. Derviş gülümser. Alıp bunları Bey'e götürür. çaresiz kalan Bey, kızını verir düğün-dernek kurulur.

Derviş delikanlıya, gerdeğe girmeden iki rekat namaz kılmasını, sonra da kendisi için dua etmesini söyler. Delikanlı başına geldiği bunca maceradan sonra öylesine mutlu ve coşkuludur ki, namazı kılar, ama derviş için dua etmeyi unutur. Dervişe dua etmediği için ertesi sabah uyandığında, kendini Kasarcı çayı kıyısında bulur. Başından geçenler kendine bir rüya gibi gelir. Gidip başından geçenleri anasına anlatır. Yapacak bir şeyleri yoktur ve eski yaşamlarına dönerler.

Yeni gelin olan kız ise, uyandığında kocasını yanında göremeyince her yeri aratır, ama kimse izini bulamaz. Bu arada dervişte gitmiştir. Vakti gelince kızın bir oğlu olur. çocuk biraz büyüyünce, hem gittiği yerlerde kocasını aramak, hem de hac görevini yerine getirmek için yola çıkar. Yolu üzerindeki Urfa'ya varır. Samsat Kapısı önüne çadır kurdururken, bağrışmalar duyar. Kentin ortasından gelen dere taşmış, evler sular altında kalmış ve kent büyük ölçüde zarar görmüştür. Bey kızı, birkaç yılda bir yinelenen su baskınından kenti kurtarmak niyetindedir. Hac parasını bu işe harcayacaktır. Tellallar çıkarıp halkı hendek kazmaya çağırır. Anasının isteğiyle, bizim delikanlı da hendek kazanlara katılır. çalışmalar esnasında Bey kızının çocuğunu bir ağlama tutar, bir türlü susturulamaz. İşçiler oyalamak için kucağına alır, elden ele geçirirler. çocuk babasının kucağına gelince susup, çevresine bakarak gülümser. Bey kızı delikanlıyı hendek işinden alır, çocuğu eğlemekle görevlendirir. Bu arada delikanlının anası, oğlunun bohçasını karıştırırken, altın sırma işlemeli düğün giysisini bulur: "Oğlum artık bu giysi bize yakışmaz. Onu, kente bunca iyiliği dokunan hanıma hediye edelim" der. Giysi, Bey kızının çadırına götürülür. Kız armağanı görünce, kendi el işlemesinden tanır ve hemen getirenin bulunmasını emreder. Delikanlıyı getirirler. Görür görmez birbirlerini tanıyan iki sevdalı birbirlerine kavuşurlar.

Bu arada hendek tamamlanır. Derenin yatağı değiştirilerek, sel baskını tehlikesi önlenmiştir. Ardından dere üzerine bir de köprü yapılır. Sonraki yıllarda köprü yıkılırsa, yerine yenisi yapılabilsin diye Bey kızı, köprü ayaklarından birinin altına, altın hızması ile değerli taşlarını gömdürür. O günden sonra derenin adı Bey kızının soyunun isminden dolayı Karakoyun Deresi, köprünün adı da ayağındaki hızma nedeniyle Hızmalı Köprü olur.

Bey kızı ile delikanlı burada mutlu bir yaşam sürer, öldüklerinde de Karakoyun Deresi kıyısına gömülürler.

Nemrud'un Tahtı ve Kazane Köyü Efsanesi

Urfa kalesinin güneyindeki dağların arasında yüksekçe bir tepe, Nemrud'un yaylağı ve taht merkezidir. Tepenin üstü geniş ve düz kayalıktır.

Buraya Nemrud'un Tahtı denir. Kayalığın doğusunda, kayalara oyulmuş odalar, Nemrud'un yaz sıcağından korunmak için yaptırdığı dinlenme yeridir. Tepeye 1 saat uzaklıkta, Harran ovasındaki Kazane Köyü'nde pişen yemekler, elden ele geçirilerek buraya taşınırmış. Köyün adı da mutfaklarındaki kazanların bolluğundan günümüze kadar Kazane olarak gelmiştir.

Kral Kızı Efsanesi

Bilinmeyen bir zamanda Urfa'da din ilimleri eğitimi alan bir öğrenci vardır. Bu öğrenci, eğitimini tamamlayıp diplomasını alacağı sırada bir savaş çıkar. Birçok genç gibi bu öğrenci de gönüllü olarak savaşa katılır. Yapılan savaşta düşmana esir düşenlerin arasında bizim öğrenci de bulunmaktadır. Kafirler, esirleri kendi ülkelerine götürürler ve ihtiyaçları olmadığı gerekçesiyle sırayla öldürürler. Sıra bizim öğrenciye geldiğinde, bir haberci gelir ve kral kızının hizmetini görmesi için bir esir istenir. Muhafızlar da, ellerinde kalmış tek esir olan öğrenciyi verirler.

öğrenci artık kral kızının hizmetindedir. Kral kızı ise erkek gibi giyinir, ata biner, kılıç kuşanır. Aynı zamanda babasının da tek ve biricik kızıdır.

Sabahları evden çıkar, geceleri geç vakit gelirmiş. O gelinceye kadar hizmetini gören öğrenci, bütün işlerini bitirir, kendisine ayrılan odasına çekilirmiş. Bu şekilde aradan uzun bir süre geçmiş. Bir gece öğrenci, kral kızının odasını temizlerken, bir taraftan da ezbere Kur'an okur. Bu okuma giderek öğrenciyi heyecana getirir; aklına memleketi ve ailesi gelir. Artık işi bırakır. Bir taraftan okur, bir taraftan da ağlarmış. O sırada kral kızı içeri girer, durumu sorar, soruşturur ve meseleyi öğrenir. Bu sebeple öğrenci, kral kızına İslam dinini anlatır. İslamın üstünlüğünü ve doğruluğunu anlayan kültürlü kız, kısa bir süre sonra müslüman olur. Artık her gece gizli olarak kral kızı, öğrenciden İslami bilgiler alır, İslamı öğrenir ve şartlarını yerine getirir. Böylece aradan birkaç yıl geçer.

Bir gece kral kızı eve erken gelir. Niçin erken geldiğini soran öğrenciye, hasta olduğunu söyler ve "Ben yakında öleceğimi sanıyorum. Bizde adet, ölen kimseyi bütün altın ve ziynet eşyaları ile gömerler. ölmeden babama seni serbest bırakmasını söylerim. Ben öldükten sonra, babam seni serbest bırakır. Gece gelir mezarımı açarsın. Müslüman olduğumu senden başka bilen yok. Bana mahrem olduğun için beni yıkayamazsın. Onun yerine teyemmüm edersin ve namazımı kılarsın. Yanımda bulunan altın ve ziynet eşyalarını da alır memleketine gidersin" der. Kral kızı gerçekten birkaç gün sonra ölür. Kendisini yörenin adetlerine göre gömerler. Kral, kızının isteği üzerine öğrenciyi serbest bırakır. öğrenci gece gelir, kral kızının mezarını açar. Bakar ki, mezardaki ölü kıza benzemiyor. Yüzünü çevirip yakından iyice bakınca, bunun memleketindeki hocasına tıpatıp benzediğini görür. Bunun üzerine yanındaki altınları alır, mezarı kapatır ve memleketinin yolunu tutar.

Öğrenci, gördüklerinden hayrette kalmıştır. Memleketine gelince ilk iş olarak hocasını sorar. Ancak hocasının öldüğünü öğrenir. Hesapladığına göre hocası da kral kızı ile aynı günde ölmüştür. Hocasının mezarının nerde olduğunu öğrenir. Bir gece gider mezarını açar. Mezarda hocası yerine kral kızının yattığını görünce tamamen şaşkına döner. Akla durgunluk veren bu bilmeceyi çözmek için herkesten hocasının nasıl birisi olduğunu sorar. Herkes, hocasının çok alim, büyük ve iyi bir kimse olduğunu söyler. Aldığı cevaplardan tatmin olmayan öğrenci, sonunda hocasının karısına da sormaya karar verir. Hocasının karısı önceleri söylemek istemez, ancak öğrencinin ısrarına dayanamaz ve bilinmeyen gerçeği şöyle anlatır: "Her yönüyle iyi birisiydi. Yalnız cinsel ilişkiden sonra yıkanmak kendisine ağır gelirdi. İşte bu Hıristiyanlarda yoktur diye, adeta onların adetlerini beğenirdi" der. Böylece öğrenci, Cenabı Hakk'ın, kafirlerin adetini beğenen ve onlara benzeyen bir alimin cesedini bir kafir mezarlığına, kafirlerin içinde müslüman olan birinin cesedini de müslüman mezarlığına nasıl naklettiğini gözleriyle görür ve sebebini anlamış olur.

Harran Kapı Mezarlığı'ndaki 1594 tarihli Seyyid Maksud oğlu Seyyid Hacı Ali Türbesi, halk arasında bu efsane ile ilişkilendirilmekte ve türbeye "Kral Kızı" türbesi denilmektedir.

Tılfındır Tepesi Efsanesi

Urfa, 639 yılında İyad b. Ganem komutasındaki İslam ordusu tarafından, Bizanslıların elinden savaşsız olarak alınır.

Efsaneye göre, İslam ordusu kente girer, aylardan Ramazan olduğundan herkes oruçludur. Ordu, adı geçen tepenin üzerinde konaklar ve iftarını açar. O tarihten sonra bu tepeye, İftar tepesi anlamına gelen Arapça "Tell Futur" adı verilir. Bu isim, günümüze "Tılfındır" olarak gelmiştir.